Osmanlı saraylarından en eski örnek ise Bursa’da Orhan Bey
zamanında inşa edilen Bey Sarayı’dır. Günümüze hiçbir kalıntı gelmemiş olan
bu saray, daha o dönemde Osmanlı sultanlarına henüz “Bey” dendiği için bu adla
anılmaktadır. Yine Bursa’da, I. Murad’ın annesi Nilüfer Hatun’un yaptırdığı
saray da günümüze gelememiş olan erken bir örnektir.
Edirne I. Murad tarafından fethedildiğinde önce sur içinde, Kavak
meydanında bir saray yaptırılmıştı. Daha sonra 1450’de Tunca nehri kenarında bir
yenisinin yapımına başlanmıştır. Bu sarayın yapımını, ileride “Fatih”
ünvanını alacak olan Sultan Mehmed sürdürmüştür. Edirne Sarayı, daha sonra da
çeşitli sultanlarca yaptırılan ek yapılarla genişletilmiştir.
Fatih’le birlikte önemli bir gelişmeye tanık olunur. Bir kanun ile
teşrifak kuralları saptanmış olduğundan, sarayın planı da bu kuralların
uygulanmasına elverişli bir biçimde düzenlenmiştir. Nitekim, bu düzenlemenin bir
benzeri daha sonra Topkapı Sarayı’nda da yinelenir. Öyle ki, binalara bile aynı
adlar verilmiştir. Birbiri ardına sıralanan avlulardan oluşan bu planda, “Harem”de
duvarlar arasında ayrı bir bölüm halindedir. Çoğu Osmanlı sultanının gidip
kaldığı ve 19. yüzyıla kadar kullanılmış olan Edirne Sarayı’nda 117 oda, 21
divanhane, 18 hamam, 8 mescit, 17 büyük kapı, 13 koğuş, 4 kiler, 5 mutfak ve 17
kasrın bulunduğu düşünülerse, yapının büyüklüğü hakkında bir fikir
edinilebilir. Ama bu büyüklük, kompleksin yer aldığı arazi açısından
düşünülmelidir. Çünkü Osmanlı saraylarında yapıların hiçbiri, Avrupa saray
mimarisinde olduğu gibi, ölçüleri açısından anıtsal değildir. Yapılara insani
ölçüler egemendir. Yalın bir mimari içinde oranlarla oluşturulan güzellik, iç
süslemeyi ve eşyaların inceliğini ezmez; tam tersine bu eşyalarla olgun bir uyum
içindedir. Edirne Sarayı’nın yüksek duvarlarla çevrili iç kısmında,
Selçukluların Kılıçarslan Köşkü’ndeki gibi Türk saraylarına özgü bir
“Kule-köşk” yer alır. Bu, bir Adalet Kasrı’dır. Aynı birim daha sonra Topkapı
Sarayı’nda da karışmıza çıkar.
Fatih İstanbul’u aldığında yalnız kenti değil, Bizans
Sarayı’nı da yıkıntı halinde bulmuştu. Doğal olarak, hemen bir saray yapımına
başlandı. Bu saray, bugün İstanbul Üniversitesi merkezinin bulunduğu alanda, yüksek
duvarlarla çevrili bir bahçe içinde birçok köıkten oluşuyordu. Yalnız bu sarayın
da Edirne ve Topkapı saraylarındaki gibi teşrifat kurallarına uyacak biçimde, bir
avlular dizisi halinde olup olmadığını bilmiyoruz. Bu saray konusundaki tek kaynak,
16. yüzyıl minyatür ustalarından Matrakçı Nasuh’un İstanbul’u gösteren
resmidir. Bu İstanbul resminde saray, Bayezid Camii’nin hemen önünde, dikdörtgen
duvarla çevrili bir bahçe içinde yer almaktadır. 1617’de bir yangın geçirmiş ve
yanan kısımları yeniden inşa edilmiş olan bu sarayın yerine Abdülaziz döneminde
Bab-ı Seraskerî denilen Harbiye Nezareti yapılmıştır. Bu yapı Cumhuriyet’ten bu
yana İstanbul Üniversitesi olarak kullanılmaktadır.
Fatih, Eski Saray’dan sonra Bizans akropolünün bulunduğu yerde iki
köık yaptırmıştır. Bunlardan biri de bugün İstanbul Arkeoloji Müzeleri
bahçesindeki Çinili Köşk’tür.
Osmanlıların saray mimarisi alanındaki en önemli yapısı ise, hiç
kuşku yok ki, Topkapı Sarayı’dır. 1472-1478 yılları arasında yaptırılmış olan
saray, tahta geçen hemen her sultanın eklettiği binalarla gittikçe genişleyip
büyümüştür. Topkapı Sarayı bu özelliğiyle Osmanlı mimarisi ve süslemesindeki
üslup değişimlerini içeren bir kolleksiyon gibidir. Saray, bir eksen üstüne
sıralanmış büyük avular ve bunların çevresine yerleştirilmiş mekanlardan
oluşmaktadır. Bab-ı Hümayun adlı ilk kapıdan sarayın birinci avlusuna, Bab-ı
Selam’dan da ikinci avlusuna girilir. Solda kubbealtı, onun hemen arkasında da
sultanın kubbealtı toplantılarını kafesli bir pencereden izlediği Adalet Kulesi
vardır. Buna bitişik binada ise devlet hazinesi korunur. Avlunun sağında da kubbe ve
bacalarıyla saray mutfakları yer alır. Avlunun solundaki meyilli yoldan ise, Has
Ahırlar’ın bulunduğu taşlığa inilir.
Bab-ı Selam’dan sonra gelen Bab-ı Saade ya da Akağalar Kapısı
ise, sarayın “Birun” denen dış kısmı ile “Enderun” denen iç kısmını
birbirinden ayırır. Bu kapının önü çeşitli törenler için kullanılmıştır.
Tahta çıkışı izleyen törenler, bayramlarda sultanın tebrikleri kabulü, serefe
çıkıştan önce sultanın Sancak-ı şerif’i başkumandana teslimi hep bu kapının
önünde yapılırdı.
Akağalar Kapısı’ndan geçince karışmıza gelen Arz Odası’nda,
sultan yabancı devlet temsilcisi elçileri kabul ederdi. Elçi heyetinin getirdiği
hediyeler de köşesinde lake bir taht bulunan Arz Odası’nın bir kapısından
padişaha sunulur, öteki kapıdan çıkarılıp içeri alınırdı. Arz Odası’nın
bulunduğu avluda Ağalar Camii, sultanın özel hizmetinde olanların koğuşu ve III.
Ahmet’in yaptırdığı kitaplık yer almaktadır. Bu avluda ayrıca, sultanın özel
hazinesinin bulunduğu bölüm ve Fatih döneminden kalma Has Oda bulunmaktadır. Has
Oda’da günümüzde “Kutsal Emanetler” sergileniyor. Bundan başka, Sarayburnu
yönünde ise Bağdat Köşkü, Revan Köşkü, Mecidiye Köşkü, Sofa Köşkü gibi
yapılar bulunmaktadır. Öte yandan, deniz kenarında bugün bulunmayan daha birçok
köşk vardı. Bunlardan, tam boğaza bakan bir tanesinde kapının iki yanında toplar
asılı idi. “Toplu Kapı” denen bu yapının yerine III.Ahmet zamanında ahşap bir
köık yapılmış, adına da “Topkapı Sarayı” denmiştir. ılerleyen yıllarda da
bu ad, bütün saray için kullanılmaya başlanmıştır.
Adalet Kulesi’nin ardında kalan ve Haliç’e bakan meyilli arazi
üzerinde ise Harem kısmı bulunmaktadır. Bu bölüm belirli bir plana uyulmadan
birbirinin önüne, yanına yapılmış ek ve binalardan oluşmaktadır. Öte yandan
sarayın bu kısmında, meyilli araziye uymak için çeşitli mimari çözümler de
denenmiştir. Sevinçli, görkemli ama bir o kadar da acı olayın yaşandığı Topkapı
Sarayı, hem devletin idare edildiği bir merkez hem sultanın evi, hem de çeşitli
törenlerin yapıldığı yer olarak çok değişik işlevler yüklenmiştir. Topkapı
Sarayı, içindeki birçok değerli eşya ve yapıtla birlikte 1924’te halkın
ziyaretine açılmış ve bir “Müze-Saray” kimliği kazanmıştır.
Manisa, III. Mehmed’e değin şahzadelerin hükümdarlığa
hazırlandığı, adeta staj yaptıkları yerlerden biriydi. şahzadeler Manisa
Sarayı’nda devlet idaresinin küçük bir modelini yaşıyorlardı. Bundan dolayı da
bu yapı, merkez sarayın küçük bir örneği durumunda idi. Günümüze gelmemiş olan
bu sarayın çift sayfa üzerine yapılmış minyatür bir resmi, şehname-i Âl-i Osman
adlı yapıtta yer almaktadır.
IŞI. Selim zamanında bugünkü Dolmabahçe Sarayı’nın yerinde
Hatice Sultan için, Melling’e bir saray yaptırılmıştı. Beşiktaş Sarayı denen bu
yapı, Sultan’ın Batı’daki ileri teknolojiye ve kültüre duyduğu hayranlığa
dayanılarak yeni bir anlayış ile gerçekleştirilmişti. Penceresinden balık
tutulabilecek kadar deniz kıyısında yer alan bu saray 1815’te yanmıştır. Bunun
üzerine Beşiktaş Sarayı, Sultan II. Mahmud tarafından ahşap olarak yeniden inşa
ettirilmiştir.
Sultan Abdülmecid ise 1853’te bu yapıyı yıktırarak içi ahşap,
dışı kagir Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmıştır. Dıştan Avrupa saraylarına
benzeyen Dolmabahçe Sarayı’nda Batı mimari üsluplarının bir karışımı söz
konusudur. Sarayın selamlık kısmı, öteki saraylarda devlet işlerinin
görüşüldüğü bölümlerin işlevini yüklenmiştir. Topkapı Sarayı’nda Bab-ı
Saade önünde yapılan törenlerin çoğu ise burada “Muayede” salonunda yapılmakta
idi. Çok gösterişli ve büyük olan bu salondan başka, ramazanlarda teravih
namazlarının kılındığı, dini sohbetler ile padişahların kızkardeşleri ve
kızlarının düğünlerinin yapıldığı, padişahın harem halkının bayram
tebriklerini kabul ettiği salonlar da vardır. Bu salonlar bir yanda harem bahçesine,
öte yanda da denize bakan pencerelere sahiptir
Dışı her ne kadar Avrupa saraylarına benzese de Dolmabahçe
Sarayı’nın içi Türk İslam yaşamına uygun bir biçimde düzenlenmiştir. Sarayda
Minderli Oda, Namaz Odası, Ders Odası gibi geleneksel yaşantıya uygun mekanlar da
bulunmaktadır. Yapının iç mekanı bu geleneksel birimleri kuşatacak biçimde
düzenlenmiştir. Dolmabahçe Sarayı bütünüyle ele alındığında, Türk yalı ve ev
mimarisinin Avrupa mimarisiyle olan ilginç birleşimini sergilemektedir. Saray, devletin
içinde bulunduğu sıkıntıyı unutturmak istercesine görkemli bir biçimde ele
alınmış, bu nedenle de çok büyük bir mali yük getirmiştir. Sarayın biri yol
üstünde, öteki kara tarafındaki iki kapısı, büyüklükleri ve aşırı yüklü
süslemeleriyle içerideki görkemi adeta dışarı yansıtmaktadırlar.
İstanbul Boğazı’nın karış yakasında ise Beylerbeyi Sarayı yer
almaktadır. Beylerbeyi Sarayı da ahşap yapının yerine 1865 yılında
yaptırılmıştır. Beylerbeyi Sarayı Dolmabahçe’den daha küçük boyutta olmasına
rağmen, süslemesi ve içindeki eşya açısından son derece gösterişlidir. Bu
gösteriş, sarayın Mavi Sütunlu Salonu’nda açıkça gözler önüne serilir. Mermer
taklidi süsleme bu gösterişi desteklemektedir. Sarayın yemek salonu ise, o dönemde
Osmanlıya artık iyice yerleşmiş olan Avrupa etkilerini yansıtır. Burada Batı
biçimi yemek kurallarına uygun bir mekan söz konusudur.
Beşiktaş ile Ortaköy arasında, Abdülmecid tarafından eski bir
sarayın yerine inşaatına başlanan Çırağan sarayı ise, Sultan’ın ölümü
üzerine Abdülaziz tarafından yaptırılmıştır. ıçindekilere mutlu günler
yaşatamamış olan bu saray, 1910’da yanarak günümüze ancak dört duvar halinde
gelebilmiştir. Eski fotoğraflarının yanı sıra içinde yaşayanların da
anlattığına göre, Çırağan Sarayı iç süsleme açısından öteki son dönem
saraylarının hepsinden daha güzel imiş. Bu güzelliğin bir örneği ise, buradan
alınarak şale Köıkü’ne götürülen ve bugün Arabesk Oda’yı süsleyen sedefli
kapılardır.
Dolmabahçe, Beylerbeyi, Çırağan saraylarının hepsi deniz
kıyısındadır. Oysa Yıldız Sarayı, denizden uzak bir tepede eski bir
“Saray-Köşk”ün bulunduğu yerde kurulmuştur. Büyük Mabeyn, Abdülaziz
tarafından Beylerbeyi Sarayı’na benzer bir yapı olarak yaptırılmıştır. Sultan
Abdülhamid ise kendini daha güvencede hissettiğinden buraya yerleşmiştir. Bundan
sonra da saray, birçok köıkün arka arkaya yapılması ile genişleyip Yıldız Parkı
içine yayılmıştır. Yıldız Sarayı da Cumhuriyet’in ilanını izleyen yıllarda
ulusun malı olmuştur. Günümüzde ise restorasyon çalışmalarına sahne olan Yıldız
Sarayı, yeniden değerlendirilerek kamuoyuna açılmaktadır. Bu büyük sarayların
yanında Küçüksu, Ihlamur, Aynalıkavak gibi günlük kullanım için yapılmış olan
küçük kasırlar da İstanbul’u süslemektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder