4 Eylül 2012 Salı

Haliç

BİR KÜLTÜR MOZAİĞİ : HALİÇ

Pek çoğumuzun gravürlerden eski güzelliğini görüp ya çevre yoluna çıkmak için arabayla hızla geçtiğimiz ya da uzaktan şöyle bir göz attığımız Haliç, şüphesiz eski güzelliğinden çok şey yitirmiş durumda. Ama bir zamanların oldukça renkli bir diller ve dinler moziyiğine sahip olan Haliç'te, o güzel dokuyu duyumsamak hala olası. Bugün, pek çoğumuzun görmeye, gezmeye değer bulmadığı Haliç sokaklarında bir gezintiye çıkacağız. Rum, Ermeni, Türk, Yahudi, Bulgar yerleşimlerinin iç içe geçtiği bu mekanlardan günümüze kalabilen o eski zenginliği yansıtabilen mimari yapıları, sokakları, evleri, zamanımıza sığdırabildiğimiz ölçüde efsaneleri, tarihleri ile birlikte görmeye çalışacağız. Gezimize başlarken Haliç'in sadece Unkapanı köprüsüyle surlar arasında kalan bölgesini (yaklaşık Haliç'in altıda biri) bir günde ancak gezebileceğimizi belirtelim hemen.

Haliç, yüzyıllar boyunca, İstanbul'un aranılan, seçkin bir semti olmuş. Hali vakti yerinde olanlar, Haliç kıyılarında ve sırtlarında oturmayı tercih etmişler. Deniz kıyısı, ama sakin bir kıyı; havadar ama rüzgara karşı korunaklı bir bölge olması tercih sebeplerinin arasında yer alıyor. Gemilerin kıçtan, doğrudan karaya yanaşabildikleri bir liman olması nedeniyle de ticaret oldukça hareketli bir yer yapmış Haliç'i. Bu hareketliliğe çeşitli dinlerden ve milletlerden insanlar topluluğu da eklenince zengin bir mozaik çıkmış ortaya.


Özellikle Bizans döneminde şehrin Rum Ortodoks topluluğunun yanısıra, Museviler, Bizans İmparatorunun izniyle İstanbul'da koloni kuran Akdeniz'in tüccar ve denizci şehir devletlerinin temsilcileri de Haliç kıyılarına yerleşmişler. İstanbul'un fethinden sonra şehir nüfusunda köklü değişiklikler olur. Herşeyden önce Müslüman-Türk topluluklar yerleşmeye başlar.

15. yüzyıl sonunda İspanya'dan kovulan Yahudiler, II. Beyazid'ın çağrısıyla Türkiye'ye gelirler. Sofu Beyazid adıyla da bilinen padişah II. Beyazid, İspanya kralı Ferdinand'a Yahudiler'in kendi topraklarına bir zenginlik katacağına inandığı için onları kabul etmekten büyük kıvanç duyacağını bildirmişti. İstanbul'a gelen Yahudilere Balat semti gösterilir. Bizans dönemi sonrasında da Ortodoks nüfus Fener'de yoğunlaşır. Buna karşın Bizans döneminde yaşayan İtalyan kolonileri bu bölgeyi terkederek Galata civarına taşınır. Zamanının bu zengin etnik ve kültürel bileşimi elbette beraberinde güzel binalar, bahçeler, evler ve dini yapıları doğurur. Şimdilerde bu dar sokaklarda, birbirine yaslanarak duran harap evlerde, bir günlük bir gezi boyunca, o güzel dönemleri anımsatan ilginç ayrıntıları, dini yapıları biraz zorlanarak da olsa, görmek olası.


Gezimize Cibali'den başlıyoruz. Cibali Müslüman nüfusun yoğun olduğu bir semt. Hemen cadde üzerinde Aya Kapı yakınında Aya Nikola Rum Ortodoks Kilisesi görülüyor. Dışarıdan dikkatlice bakarsanız, biraz üstünde Gül Camisi adıyla bilinen Aya Teodosya Kilisesi'nin duvarlarını görebilirsiniz. Birazdan Gül Camisi'ne tekrar dönmek üzere Aya Nikola Rum Ortodoks Kilisesi'ne şöyle bir göz atalım. Aya Nikola Kilisesi'nin en belirgin özelliği avlu içinde, kilise kapısının hemen üzerinde asılı duran kristallerle süslü bir gemi maketidir. Aya Nikola'nın balıkçıların, denizcilerin koruyucusu oladuğunu buradan anlıyabiliriz. Bazilika tipinde inşa edilen kilisede cemaatin azlığı nedeniyle sadece yortularda ayin yapılmakta. Aya Nikola Kilisesi 1720'li yıllarda Aynaroz Vatopedi Manastırı'nın metekhionu olarak yapılmış.

Cibali'nin en göze çarpan yapısı, bugünkü adıyla Gül Camisi, eski Bizans kilisesi, Aya Teodosya. Türkler zamanında epey tamir gören bu görkemli yapının II. yüzyılda yapıldığı tahmin edilmekte. Mimari planı "Bizans Haçı" diye tanımlanan tipe uygun. Duvarları oldukça yüksek ve kırmızı tuğlalı bu yapının ilginç bir de öyküsü var.

Fetihten öbceki gün Aziz Teodosya günüymüş. Şehir halkı o gece ibadete gelmiş ve kendilerini Türklerden koruması için dua ettikleri azizeye güller getirmişler. Ertesi gün şehri fetheden askerler, kilisenin içini güllerle dolu görünce buraya Gül Camisi adını vermişler.

Aya Teodosya Kilisesi (Gül Camisi), Aya Sofya'dan sonra en büyük kiliselerden biri olma özelliğini de taşıyor. Dışarıdan oldukça görkemli ve iyi bir yapı izlemini veren caminin içine girilince bu görkemin boşa olmadığını anlıyorsunuz. Üç apsisli yapının içinde, üst katta bir de mezar var. İsa'nın havarilerinden birinin burada yattığı rivayet olunuyor. Bir başka söylenceye göre de, son Bizans imparatoru burada yatıyormuş, ama bunlar kanıtlanamayan söylenceler.

Kiliseye adını veren Aya (veya azize) Teodosya'ya gelince; İmparator III. Leon 726 tarihinde tüm ikonaların ortadan kaldırılmasını buyurur (İkonaklast dönemi 726-843 yıllarını kapsar). Teodosya, bu kilisedeki ikonların kırılmasına karşı çıkar, diğer kadınlarla birlikte İmparatorluk Sarayı'ndaki İsa resmini indiren askeri linç eder. Ancak peşine düşen askerler tarafından, Aksaray'da yakalanır ve öldürülür.

Gül Camisi'nin karşısında II. Beyazid'in vezirlerinden Küçük Mustafa Paşa'nın yaptırdığı hamam dikkatinizi çekebilir. 1512 öncesinde yapılan yapı, halen kullanılan en eski hamam özelliğine sahip.

Yolumuza Fener'e doğru devam ediyoruz. Eski bir Bizans kilisesinden dönüştürülen Sinan Paşa Mescidi, Mimar Sinan'ın Havuzlu Hamamı, Yeni Ağa Kapı çevresinde ilginç evler yeralıyor. Yokuş yukarı çıkarken köşede Dimitiri Kandemir'in evi var. Kapısında herhangi bir levha olmadığı için evi bilmeyenlerin tanıması zor. Dimitri Kandemir, 18. yüzyıl başı Eflak Voyvodalarından, kültürlü, 7-8 yabancı dil bilen, zengin bir kişi. Siyasetciliğinden çok klasik Türk müziğine yaptığı katkılardan dolayı bizim için önemli.Klasik Türk müziği üzerine en eski kitaplardan birini yazmış ve yaklaşık 300'den fazla şarkıyı notalarıyla birlikte kağıda geçirerek günümüze dek gelmelerini sağlamış bir kişi. Bundan birkaç yıl önce Romanya Başkonsolosluğu, Eflak Voyvodası olan Kandemir'i anmak için evinin kapısına bir levha koydurtmuş ama kadirşinazlıkla arası pek iyi olmayan kişilece tahrip edilmiş. Bir süre önce yenilenmiş.

Merdivenli yokuştan yukarı doğru çıktıktan sonra sola dönünce duvarları kırmızı aşı boyalı "Moğolların Meryem'i" (Muhliotissa) veya "Meryem Ana Kilisesi"ni görüyoruz. Kilisenin birkaç önemli özelliği var. Bunlardan ilki İstanbul'un fethinden bugüne dek camiye çevrilmeden ayin yapılan tek kilise olması. Bu da içerdeki Fatih Sultan Mehmet'in özel fermanıyla sağlanabilmiş.

Fatih, kendi adıyla bir cami yaptırmak isteyince uygun bir yer beğenir (şimdiki Fatih Cami) ve Hristodulos isimli mimara bu görevi verir. Mimar, belki de bu ünvandan cesaretlenerek Meryem Ana Kilisesi'nin yıkılmasını önlemek için Fatih'ten özel izin rica eder. Kilisenin ibadete açık kalmasını buyuran ferman bugün de içerde asılı duruyor. Tabi yüzyıllar geçip hoşgörü ve saygı azalmaya başladığında bu fermanı ele geçirip yok etmek isteyen Müslümanlar olmuyor değil ama neyse ki Kilise bu badireleri de atlatmış.

"Moğolların Meryem'i" adına gelince, masalı andıran ilginç bir öyküsü var. Bizans İmparatoru Mihail Paleologos, kızı Prenses Maria'yı Moğol İmparatoru Hülagü Han ile evlendirmeye karar verir. Kızını bir kervanla 1265'de İran'a gönderir. O zamanın şartlarında yolculuk kaç gün sürdü bilinmez ama Prenses Moğol sarayına vardığında Hülagü Han'ın ölüm haberini alır. Saraydakiler, bunca yolu boşuna gelmiş olmasın diye Prensesi Hülagü Han'ın oğlu Abaka Han ile evlendirirler. Maria, Abaka Han'ı Hıristiyan yapar ve 15 yıl evli kalırlar.

Abaka Han kardeşi Ahmet tarafından öldürülünce, saray onu yine evlendirmeye kalkar ama bu kadar Moğol yaşantısı yeter diyen Maria, yurduna döner; bir manastıra kapanır ve bu kiliseyi yaptırır. Kilise, "yonca" diye bilinen mimari plana uygun olarak yapılan iki kiliseden biri. Ancak geçirdiği onarımlar nedeniyle yonca planı epey bozulmuş. Özellikle içine girdiğinizde bu bozulmadan dolayı göze çarpan simetrisizlik herkesi şaşırtıyor. İçerde içbükey ikonlar ve en önemlisi Bizans çağından kalma mozayik Meryem portresi yeralıyor.

Moğolların Meryem!i Kilisesi'nden çıktığımızda, Fener'in - belki de Haliç'in- en olağanüstü, en inanılmaz, bir masal şatosunu anımsatan yapısıyla karşılaşıyorsunuz; Fener Rum Lisesi. Pek çok kişinin uzaktan heybetli görünümüne aldanıp Patrikhane sandığı bu yapı, Atatürk'ün doğumuyla yaşıt. Ancak bu yerde Bizans'tan beri eğitim yapıldığı biliniyor. Fetih'ten sonraki gelişmelerde, dindışı eğitim burada kalırken, dini eğitim Heybeliada'ya taşınmış. Lise, ilk laik okul olma özelliğini de taşıyor. Fener Rum Lisesinin öğrenci sayısı şu an 15-30 arasında değişiyor. Mimarı Dimadis olan okul 1881 yılında yapılmış. Bu fantastik yapıyı mimari açıdan biraz Endülüs, biraz Bizans karışımı, Bizantino - morik olarak adlandırabiliriz.


Fener Lisesi Fener Lisesi'nden aşağıya doğru inerken Ulah Sarayı olarak bilinen yerde, demir parmaklıklar içinde 1586-96 yılları arasında Patrikhane işlevi gören Panaia Paramithies Kilisesi'ni görürüz. Yüksek bir duvarla örtülü büyük bahçenin içinde Vodina Caddesi üzerinde ise bir zamanlar kütüphanesi ile ünlü Aya Yorgi Kilisesi yeralır.
Sadrazam Ali Paşa caddesi üzerinde yeralan Patrikhane, özellikle Fener Lisesi'nden sonra oldukça sade geliyor insana. Patrikhane İstanbul'un fethinden kısa bir süre sonra Çarşamba'daki Pammakaristos Kilisesi'ne - Fethiye Camisi- yerleşmiş. 1586'dan sonra Fener'deki bazı kiliseleri dolaşmış. 1601 yılında şimdiki yerine yerleşmiş. Ancak bugün görülen ana bina, 1940'lardan kalma, Osmanlı mimari tarzında yapılan ahşap kaplamalı yapı.


Patrikhaneye yakınlığı nedeniyle resmi kilise olan Aya Yorgi'nin içinde tarihi ve dini açıdan oldukça değerli eşyalar bulunuyor. Bunlardan biri Fetih sırasında patrik olan Gennadius'tan kaldığı varsayılan sedef kakmalı patrik koltuğu. Sedef işlemeli sehpa, altın yaldızlı ve taşınabilir Meryem Ana tablosu, birçok güzel ikon kilisenin içinde yeralıyor. Ayrıca içerde üç azizin (Omonia, Teophano ve genç kızların ve terzilerin koruyucusu olan Euphemia'nın) gömütü var. Patrikhane'ye yan kapıdan giriliyor. 1821'de patrik V. Gregortios, Osmanlı Devleti aleyhinde faaliyette bulunduğu gerekçesiyle Orta kapı diye bilinen kapının önünde asılmış. O zamandan beri bu kapı açılmamış.

Aya Yorgi Kilisesi 1720 yılında bazilika tipinde inşa edilmiş bir kilise. Tanzimat'a kadar kiliselerin kubbeli olmalarına izin verilmiyordu. İstanbul Patrikhanesi, Ortodoks mezhebinin manevi anlamda merkezi. Ancak pek çok kişinin sandığının tersine tüm dünyadaki Ortodoksların değil, toplam 125.000'ni bulan bir cemaatin patrikliğini yapıyor. Patrikhane'nin bahçe kapısının yanında "Moğolların Meryem'i Kilisesi"nden buraya getirilmiş "Moğol" görünümlü heykel de ilginç görüntüler arasında yeralıyor.

Fener sokaklarında gezerken biraz da hayal gücümüzü zorlayıp bir zamanlar buraların belli bir refah düzeyine eriştiğini düşünüyoruz. Sağlam taş evler, sütunlu girişler, süslemeli balkonlar, mozayikli bahçeler ve açık kalan kapılardan görebilirseniz eğer, karolu taşlıklar birkaç yüzyıl öncesinin yaşam tarzı hakkında ipuçları veriyor. Akdeniz bölgesine özgü evden eve gerilen iplere asılı çamaşırları da burada görmek mümkün.


BULGAR KİLİSESİ Harap haldeki semtte tek tük ayrıntıları yakalayabilmek için gözlerimiz evlerin üzerinde, Haliç kıyısına iniyoruz. Bedrettin Dalan ile son halini alan Haliç kıyısında üç eski bina hepinizin dikkatini çekmiştir sanırız. Bunlardan ilki PTT binası, ikincisi Kadın Eserleri Kütüphanesi, diğeri de Bulgar St. Stephan Kilisesi'dir. Dünyanın ilk ve - bilinen kadarıyla- tek dökme demirden "pre-fabrik" kilisesi ünvanına sahip Bulgar Kilisesi, Dalan yıkımından kurtulup ayakta kalabilmiş.

Bulgarlar İstanbul'un daha çok Kadıköy yöresinde oturup, süt ve mandra işleriyle uğraşıyorlardı. 1800 yıllarında milliyetçiliğin de etkisiyle, o güne kadar Fener Patriği'ne bağlı olan Bulgarlar, dini ayinlerini Rumca yapmak istemediklerini söyleyerek, Sultan'dan kendilerine Kilise için izin vermelerini isterler. Yıllar süren çekişmeler sonucu Bulgarlara kilise için izin verilir. Bulgarlar hemen bir ihale açarlar. Bir Avusturya firması ihaleyi kazanır. (Kilisenin kapısının yanında bu firmanın ismini görebilirsiniz - R.Ph. Waagner,Vienne). İçi ve dışı tamamen dökme demirden neo-gotik tarzında inşa edilen kilise, önce Avusturya'da kurulur, denenir. Sonra mavnalarla Tuna nehrinden Karadeniz'e getirilir. 1898 yılında şimdiki yerinde inşa edilir. İnşası sırasında temeline 70'e yakın kazık çakılır. Kilisenin içinde gördüğünüz herşey demirden yapılmadır - mermer veya ahşap gibi görünen kısımlar dahil.


Kilisenin mimarı Hovsep Aznavor adlı bir Ermeni zat. Aznavor oldukça ilginç bir kişi; İstanbul'daki Sansaryan Hanı'nın mimarı. Bulgaristan Parlamento Binası da onun imzasını taşıyor. Aznavor sadece mimarlık yapmamış; Meşruti Sosyalist Partinin kuruluşunda da yeralmış; ayrıca uluslararası bir maraton yarışında birinciliği var.

Kilisenin bakımlı bahçesinde daha önceleri, burada hizmet etmiş Bulgar din adamlarının mezarları ve bunları süsleyen güzel heykeller yer alıyordu. Ancak "Bulgaristan'da Türkler'e Mezalim" olaylarını bahane eden kişilerce bu güzelim heykeller tahrip edildiler. Şimdi heykellerden bazıları kilisenin içinde korunuyor.

Fener'den Balat'a doğru yürümeye başlıyoruz. Yine Bulgar Kilisesi'nin hizasında oldukça harap bir halde eski bir yapıyla karşılaşıyoruz. Burası Tur-u Sina Manastırı olarak biliniyor. Avludan içeriye girerseniz eğer, yıkılmaya yüz tutmuş çan kulesini görebilirsiniz. Bu, içerdeki Vaftizci Yahya Kilisesi'ne ait. Tur-u Sina Manastırı, Sina Yarımadasındaki Aya Katerina Manastırının metekhion'u olarak kurulmuş (yani onun bir şubesi, uzantısı gibi).

Balat, Fener'e göre daha yoksul bir semt. Geçmiş zamanlarda da böyleymiş. Sokak içlerine girdikçe Yahudi evlerini görüyorsunuz. Yine ünlü, geçen yüzyıldan kalma Agora Meyhanesi de burada. Balat'ın merkezinde iki sinagog var; Yanbol ve Ahrida ( ya da Ohrida).

Balat semtinde dinler, mezhepler birbirlerine iki adımlık mesafede ibadet yerlerini kurmuşlar. Örneğin bir köşede Mimar Sinan'ın bir eseri olan Ferruh Kethüda Camisi var. Ancak cami, özgün halini kötü restorasyonlar sonucu kaybetmiş. İçine girerseniz eğer, mihrap kısmında Tekfur Sarayı'ndan getirilen çinileri görebilirsiniz. Arka dış duvarında güneş saati de türünün son örneklerinden biri olarak duruyor.

Caminin hemen yakınında Gergoryen Ermeni Kilisesi Surp Hreşdagabet var. Kilise eskiden Ortodokslara aitmiş. Nitekim aşağıda bir de ayazması var. 1628'de Karagümrük'teki Surp Nikoğos Kilisesi Ermenilerden alınıp Kefeli Camisine çevrilince, karşılığında Rumca adı Ayos Strati olan bu kilise Ermenilere verilmiş. Birkaç yangın geçiren kilise1835'de son halini almış. Kilisenin içinde 1727 tarihli bir demir kapı var. Bir tarafı Latince bir tarafı Almanca olan kapının kabartmaları, ejderhayı öldüren St. George'u ve tapınaktan hırsızları kovan İsa'yı gösteriyor. Söylenceye göre Topkapı Sarayı'nda demircilik yapan bir Ermeni usta bu kapıyı bulup, satın alarak buraya taktırmış.

Balat'tan sonra son durağımız Ayvansaray. Eskiden küçük çapta bir tersane olan semtte, sokak aralarında sandallar, kayıklar küçük sürprizler olarak karşımıza çıkardı. Ayvansaray'da görebileceğimiz tarihi binalardan biri Bizans kilisesi iken camiye çevrilen yapı. 9. yüzyıldan kalma yapı Bizans haçı tarzında. Camiye çevrildiği ilk yıllarda adı Atik Mustafa Camisi iken, sonradan adı Hazret-i Cabir Camisi'ne çevrilmiş. Bunu, bitişikteki Hz. Muhammed'in Sehabe'lerinden Cabir Hazretlerinin türbesinin bulunmasına bağlıyorlar. Bu sokağın Dervişzade sokağıyla birleştiği köşede ise Vlaherna Meryem Ana Kilisesi var. Kilise ayazması ile ünlü. Geniş ve hoş bir bahçe içinde kurulu kilise, adından da anlaşılacağı gibi, zamanında büyük bir saray olan Vlaherna Sarayı'nın kilisesi imiş. Ama şimdi saraydan bir kalıntı yok.

İstanbul'un belki hala yaşıyan bir güzelliğine örnek olarak, ayazması olan kiliselerde şifa aramaya gelen Müslümanları görmek burada da mümkün. "Umudun sonu yok" diyerek şifa aramaya gelen Müslüman kişiler, din farkı gözetmeksizin papaza dilediklerini söylüyorlar, papaz da onlara " Allah şifa versin" diyerek dua ediyor. Eskiden çok olağan karşılanan bu görüntüler, bugünün bağnazlığı karşısında bir umut beslememize vesile oluyor.

Kiliseden yokuş yukarı çıkarken solda harap Toklu Dede Mescidi, ileride sağda İvaz Efendi Camisi var. Çift kapılı caminin ilginç bir özelliği minaresinin ters yönde olması. Caminin bahçesinde İzak Angelos kulesi yeralıyor. Bizans'da önemli bir yere sahip olan İzak Angelos, 1188 yılında bu temaşa kulesini yaptırmış. Ünlü Anemas Zindanları bu kulenin altında yeralıyor. Angelos, kulesini yaptırdıktan yedi yıl sonra altttaki zindanlara atılır. Orada gözleri kör edilir. 1213'de oğlu VI. Alexius'la birlikte yeniden imparator olur. Ancak iki yıl sonra her ikisi de yeniden Anemas Zindanlarına gönderilirler ve orada boğdurulurlar.

Arap asıllı olduğu söylenen komutan Anemas'ın adıyla anılan zindan 60 m uzunluğunda, sağa ve sola 15'er m genişliğinde. Hep ünlü kişilere "zindan" olmuş Anemas Zindanlarında 6 imparatorun yaşamını yitirdiği söylenir. Fatih Belediyesi'nin yüklüce bir masrafla temizlettiği zindanlar eğer halka açılırsa bu görkemli yapıyı görmek herkes için mümkün olabilecek.

Anemas Zindanları'ndan aşağıya doğru yürüyünce Leon Surlarına çıkıp Haliç'e şöyle bir tepeden bakıyoruz. Şimdiye kadar anlatıklarımızla yitirilen güzelliklerden geriye kalanları birleştirip eski Haliç'i gözümüzde canlandırmaya çalışıyoruz. Daha fazla çirkinleşmeye meydan vermemek için belki hala geç değildir diye umut ediyoruz.

Dikilitaş

İSTANBUL'UN ORTA YERİNDE YÜKSELEN BİR MISIR ANITI: DİKİLİTAŞ

Şehr-i İstanbul' un tarihi kadar eski bir Mısır anıtıdır o.. Bizans döneminin Hipodromu, Osmanlı'nın At Meydanı Sultanahmet'in ortasında yüz-yıllara kafa tutarcasına dimdik, vakur yükselir bulutlara doğru ..

Dili olsa da bir anlatıverse !..Kaidesi önüne kadar gelip hayret, saygı ve hayranlıkla kendisini uzun uzun seyreden ne firavunlar, ne imparatorlar, ne sultanlar görmüştür o.. Kimi zaman bir zaferin coşkulu kutlamalarına, kimi zaman yanı başında kurulan darağaçlarındaki toplu idamlara, kimi zaman da kanın gövdeyi götürdüğü ihtilâllere tanık olmuştur..Ama, benliğindeki minicik gözeneklerinin derinliklerine dek işlemiş en büyük, en eski ve en değerli anıları; var olduğu, yontulup şekillendirildiği, tanrılar tanrısının evinin ortasına dikildiği ülkede yaşamıştır..İstanbul' la özdeşmiş, İstanbul' un tarihi ile törpü-lenmiş, 3500 yaşında çok eski bir Mısırlı'dır o..

Evet, İstanbul'umuzun orta yerinde yükselen Dikilitaş'tan söz ediyo-rum.. Firavunlar Mısır'ının altın çağı Yeni İmparatorluk döneminin savaşçı krallarından, III. Tutmosis'in tanrılar tanrısı Amon' a şükranlarını sunmak için, M.Ö. 1450 yılında, tarihin gelmiş geçmiş en büyük tapınağı Karnak ‘ta diktirmiş olduğu anıt taşlardan biri bu. Eski Mısır'dan günümüze gelen hemen bütün öteki dikilitaşlar gibi, güney Mısır'ın Assuan kentindeki ocaklarda çıkartılan granitten yapılmış. Eski Mısır'ın en zor işlerinden biri de, devasa bir heykel ya da anıt yapımı için granit gibi büyük yekpare bir taşın bulunup yerinden sökülmesiymiş. Çünkü, içi kırık olmayan, çatlaksız büyük bir bloğun ortaya çıkartılması o kadar kolay bir iş değil..Bir tane sağ-lamını bulabilmek için, bazen onlarcasını ortaya çıkartıp denemek gerekiyor.

Firavun III.Tutmosis, emretmiş mühendislerine, generallerine.. Başta Karnak olmak üzere, büyük tapınaklarda, üzerlerinde adının ve tanrılara olan şükranlarının kazılı olduğu birer dikilitaş dikilmesini istemiş. Mısır'daki granit yoğunluğunun merkezi Assuan'da yekpare taşlar bulunup yerlerinden sö-küldükten sonra, ağaç tomrukları üzerinde yuvarlana yuvarlana Nil kıyısına kadar taşınıp, oradan da özel olarak yapılmış büyük teknelere bindirilerek kuzey Mısır' daki yerlerine gönderilmişler.. Eski Mısırlılar, hemen her şeyde olduğu gibi, bu konudaki dahiliklerini de göstermişler. Mükemmel bir denge sağlayıp alabora olmalarını önlemek için teknelerinin boş gövdelerini merci-mek, buğday, bakla türünden zahireyle doldurup, üzerlerine tonlarca ağırlığın-daki bu taşları yatırmışlar. Bu taş blokların yerlerinden sökülüp çıkartılması da bir başka mühendislik harikası.Aynen, Hititler'de olduğu gibi, bilhassa sıcak mevsimlerde, bulunan büyük blok taşların üzerine birbirine eşit aralıklarla tek bir çizgi üzerinde on-yirmi santim derinliğinde delikler açıp, bu deliklerin içine abanoz, sedir, gürgen gibi sert ağaçların kazık şeklinde kesilip hazırlanmış parçaları sıkıştırılıyormuş. Daha sonra da muntazam şekilde içlerine su doldurulan deliklerdeki ağaç parçaları birkaç günde şişmeye başlıyor, bir yandan güneş ışınları altında ısınan taş, bir yandan da ıslanıp şişen ağaç parçacıkları taşı sıkıştırıp patlatıyor, boydan boya düz bir çizgi üzerinde ayrılan blok yerinden kolaylıkla sökülüp çıkartılıyormuş. Bugün, Mısır'ı gezip görmeye gidenler, Assuan'daki firavunlar döneminden kalan taş ocaklarında, eski Mısırlılar'ın taş blokları patlattıkları yerlerin izlerini tüm açılklığı ile görebi-liyorlar. Bizde de, Anadolu ‘da Kapadokya bölgesinden Gaziantep yakınların-daki Yesemek'e kadar Hititler'in çıkartmış oldukları bazalt blokların yerlerin-deki izleri görmek mümkün.

Bizim Sultanahmet'teki dikilitaşımız da aynı ameliyelerden geç-miş, Nil üzerinde özel bir tekne içinde taşınmış, önce başkent Teb'e getirilip , oradaki Karnak Tapınağı'na dikilmiş, daha sonraki dönemlerde de, Kuzey Mısır'da Kahire yakınlarındaki Heliopolis Tapınağına getirilip yerleştirilmiş..

Dikilitaşlar antik Mısır'da simgesel olarak, yeryüzünde ve ölüm-den sonraki yaşamlarında firavunlara enerji veren bir anıt olarak görülmüş-ler..Eski Mısırlılar'ın inanış biçimlerine göre milyonlarca yıl devam edecek bu yaşam içinde, göklere doğru yükselen ve tepesindeki piramit şeklindeki uç noktada altın ya da elektrumdan yapılmış şapka biçiminde bir örtü bulunan dikilitaş simgesel olarak, güneşten aldığı enerjiyi öteki alemdeki firavunun ruhuna ileten bir aracı olarak görülmüş.. Yüzyıllar sonra, Bizans'ın kurucusu İmparator I. Constantinus tarafından, adını verdiği başkente, egemenliği altında bulunan ülkelerden prestij bir anıtın gönderilmesi istendiğinde, Mısırlı yöneticiler Karnak Tapınağı'na dikilen, ardından da Heliopolis Tapınağı'na götürülen bu anıtsal taşın gönderilmesine karar vermişler.. Karar verilmesine verilmiş te, bu taş yerinden oynatılıp yola çıkartılana kadar İmparator Cons-tantinus yaşamını yitirmiş..337 Yılında, oğlu II. Constantinus başa geçtiğinde, aynı şekilde taşın bir an önce İstanbul'a gönderilmesini istemiş; ama ne çare ki, tonlarca ağırlığındaki III.Tutmosis'in dikilitaşı uzun uğraşlardan sonra ancak İskenderiye'ye kadar taşınabilmiş..Tabii ki bu arada İmparator II.Cons-tantinus ‘ta ölüp gitmiş.. 361 Yılında, tahta oturan yeni imparator Julianus, kendisinden öncekilerin vasiyetini yerine getirebilmek için kolları sıvamış, ikti-dara geçer geçmezde Mısır Valisi'ne dokunaklı mektup yazıp, dikilitaşın İstan-bul'a gönderilmesini istemiş. Tarihçi Marcellinus Comes‘ in yazdıklarına göre, dikilitaşın tam olarak İstanbul'a ne zaman getirildiği bilinmiyor, ancak tarihi kaynaklar ve anıtın üzerindeki kitabelerden anlaşıldığı gibi, Julianus ‘tan sonra tahta geçen İmparator I. Theodosius'un dönemine rastlayan 390 yılında hipodromun ortasında, “spina” adı verilen platformdaki yerine oturtulduğu anlaşılıyor. 19,59 m. Yüksekliğinde olan Mısır dikilitaşımızın, 6 m' lik eksik bölümü, büyük olasılıkla Mısır'dan İstanbul'a gönderildiği zaman naklindeki zorluk nedeniyle kesilmiş, fakat günümüze dek kesilen parçanın nerede ve nasıl kullanıldığı meçhul. Bilinen tek şey, eksik parçanın bugüne kadar ortaya çıkmamış olduğu. Bu da gösteriyor ki, belki büyük bir heykel yapımında, ya da bir yapı inşasında kullanıldığı olası.

Sultanahmet Meydanı'nı süsleyen dikilitaş'ın dört yüzü üzerindeki, eski Mısır'ın kutsal yazısı hiyeroglifle işlenmiş yazılardan da anlaşıldığı gibi, Kral III. Tutmosis, bu anıtı, Asya topraklarında düşmanlarına karşı kazanmış olduğu zaferlerin anısına diktirmiştir. Dikilitaş'ın en tepesinde yer alan, bir taht üzerinde oturur şekilde tasvir edilmiş Tanrılar Tanrısı Amon'un önünde diz çöküp şükranlarını arzeden firavun için şunlar yazılmış :

“ Güneşin altın rengini dünyaya saçıp, her şeye yaşam, ebediyet ve tat veren Tanrılar Tanrısı, Gökyüzünün Sahibi Amon'un sayesinde denizleri aşarak iki ırmak arasındaki ülkeleri zapteden, zengin, güçlü ve becerikli Kral III. Tutmosis, Tanrılar Kralı Amon'a şükranlarını sunmak için saltanatının otuzuncu yılında bu anıtı diktirdi.”

Dikilitaş'ın mermer kaidesi üzerindeki doğu yüzünde yer alan, o dönemin ülkeler arası diplomatik dili Latince ile yazılmış kitabede de şu cümlelere yer verilmiş :

Önceleri direnmiştim, fakat yüce Efendim'e boyun eğmek ve onun tiranlar üzerine kazandığı zaferin çelengini taşımak bana emredildi. Her şey Theodosius ile onun uzun sürecek sülâlesine itaat ediyor. Bana da böylece galip gelindi ve Proclus'un yönetimi altında üç defa on günde yükselmeye mecbur edildim.”

Batı yüzündeki, Bizans'ın resmi dili Yunanca ile yazılmış kitabede ise şu satırlar işlenmiş :

“Uzun süre toprak üstünde bütün ağırlığı ile yatan dört yüzlü direği dikmek cüreti sadece İmparator Theodosius'a nasip oldu.Bu işi başarmak için Proclus'u yardıma çağırdı ve böylece taş otuz iki günde yerine dikilebildi.”

Bu kitabelerdeki yazılardan da anlaşıldığı gibi dikilitaşın yerine di-kilmesi bir ay sürmüş. Manivela sistemiyle nasıl yerine yerleştirilip oturtuldu-ğu, kaidenin kuzey yüzündeki yontuda gösterilmiş. Gene kaidenin dört bir yanında, imparatorluk locasındaki Theodosius ve ailesi, kendilerini çevreleyen devlet ileri gelenleri ve muhafızlar; ayrıca imparatorluk locası önünde danse-den kızlar, orkestra, antik hipodromda yapılan at yarışları ve dikilitaş gibi hipodromun ortasındaki platformu süsleyen anıtlar ayrıntılı bir şekilde tasvir edilmiş.. Bu mermer kaidenin üzerinde, dört bir köşede yer alan 50 cm. yüksekliğindeki bronz takozlardan anıtın içine giren şiş biçimindeki pikler yüzyıllardan beri, dikilitaşın depremlere karşı ayakta kalabilmesini sağlamış-lar. Tarihi kaynaklarda da yazılı olduğu gibi, ilk dönemlerde bu anıtın tepesin-de yer alan bronzdan yapılmış, küre şeklindeki evreni simgeleyen top, 869 yılında meydana gelen büyük deprem sırasında düşmüş ve bir daha da yerine konmamış.

Büyük seyyahımız Katip Çelebi, ünlü “Seyahatnamesi”nde, Sultanahmet'te, At Meydanı'nın ortasında yükselen Mısır dikilitaşının tılsımlı olduğunu ve İstanbul'u afetlerden koruduğunu yazar..

……………………………………….

İstanbul'la özdeşmiş, yüzyıllardan beri bu dünya kentini süsle-yen, gelen turistlerin önünde hatıra fotoğrafları çektirdiği “tılsımlı” anıt, Nil Vadisi sınırları dışında kalan, dünyadaki beş büyük Mısır dikilitaşından biri olarak ta ünlenmiştir. Tarih süreci içinde kendi topraklarından çok uzaklara taşınıp götürülmüş olan bu ünlü dikilitaşlar sırayla Roma, İstanbul, Paris, Londra ve New York metropollerinde, yüzyıllara meydana okurcasına dimdik durmaya devam etmektedirler.



( Taş Dünyası Dergisi / Sayı : 38 / Eylül-Ekim 2004 )

2 Eylül 2012 Pazar

Osmanlı Sarayları 2

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethinden sonra, İstanbul’da ilk yaptırdığı "Eski Saray"ın yerinde günümüzde İstanbul Üniversitesi, padişahların gizli buluşma yeri olan "Bebek Kasrı" yerinde Bebek Parkı, "Üsküdar Sarayı"nın yerinde Selimiye Kışlası bulunuyor.
TBMM Milli Saraylar Genel Sekreter Yardımcılığınca 1954 yılındaki baskısı yenilenen tarihçi-yazar Haluk Şehsuvaroğlu’nun "İstanbul
 Sarayları" adlı kitaptan derlenen bigiler, dönemin tarihsel olaylarına ve mekanlarına ışık tutuyor.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethinden sonra bugün İstanbul Üniversitesinin bulunduğu alana, ilk sarayı olan "Eski Saray"ı yaptırdı.
Sonraki devirler de ise padişahlar harem mensuplarıyla beraber göç edilebilecekleri büyüklükte olan Üsküdar Sarayı’nı, Aynalıkavak Sarayı’nı, İstavroz, Beşiktaş ile Topkapı, Beylerbeyi, Beşiktaş sahil saraylarını inşa ettirdi.
Haliç ve Boğaz kıyılarında ve İstanbul’un meşhur tepelerinde ise birçok av ve istirahat kasırları yapıldı.
Eski Saray
Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’da 1454 yılında yaptırdığı ilk saray, bugün İstanbul Üniversitesinin bulunduğu alanı işgal ediyor ve sınırları Süleymaniye Camisi’ne kadar uzanıyordu.
Eski Saray’ın yerinde ise Bizans döneminde Konstantin tarafından inşa edilen Senato Sarayı’ bulunuyordu. Eski Saray’da, Yeni Saray (Topkapı Sarayı) yapıldıktan sonra sadece ölen hükümdarların valideleri, kadınları ve cariyeleri ikamet ediyordu.
Hükümdarlar bayramlarda ve bazı günlerde gittikleri Eski Saray’da, seleflerinin, validelerinin, kadınlarının hatırını sorar ve kendilerine özel dairede istirahat ederek, bazı eğlencelerle vakit geçirirdi.
1617 yılında geçirdiği yangın sonrası yanan daireleri yerine yenileri inşa edilen Eski Saray’ı 2. Mahmud, yeniçerileri kaldırdıktan sonra yıkılan kışlaların Serasker Kapısı olarak yeni ordusuna terk etmesi üzerine burada oturan kadınlar da Topkapı Sarayı’na taşındı.
Padişahların gizli buluşma yeri Bebek Kasrı
Yavuz Sultan Selim tarafından yaptırıldığı kesin olarak bilinmeyen Bebek Kasrı’nın zamanla harap olması dolayısıyla, İstanbul’u semt semt imar ettiren Nevşehirli İbrahim Paşa, 1725 yılında Salih Ağa’ya "Hümayunabad" isimli bir sahil sarayı ile hamam, cami ve dükkanlar inşa ettirdi.
Napolyon’un Mısır seferi üzerine Osmanlı İmparatorluğu İngiltere ve Rusya ile ittifak yaptı ve reis-ül küttab (Osmanlı Devletinde Hariciye Nazırlığı’nın (Dışişleri Bakanlığı) kurulmasından önceki dönemde dışişlerinden sorumlu devlet görevlisi) 1800 yılında müttefik sefirlerle kasırda gizli görüşmelerde bulundu.
2. Mahmud zamanında İngiliz sefiri Ponsonbi de, seraskerle kasırda askeri meseleler hakkında bir mülakat yaptı.
Sultan Abdülmecid, 1845’ten sonra bir gün kasra geldiğinde tamir edilmesi gerekliliğinden bahsedince buranın muhafızının da, "Efendimiz, bu saray daha birçok padişahı eskitir" demesi üzerine vahamete kapılıp kasrın yıktırılmasına karar verdi.
Üsküdar Sarayı
Kanuni Sultan Süleyman’ın, eski Bizans yazlık saraylarının bulunduğu bugünkü Selimiye Kışlası’nın yerinde, Mimar Sinan’a yaptırdığı Üsküdar Sarayı, 3. Murad tarafından esaslı bir tamire tabi tutularak yeni ilavelerle genişletildi.
Özellikle 4. Murad’ın rağbet ettiği bir yer olan saray, bu dönemden sonra terkedilerek bazı küçük tamirlerin dışında esaslı bir çalışma görmedi.
3. Selim’in 1794 yılında yıktırdığı sarayın enkazı Nizam-ı Cedid askerleri için yapılan kışlada kullanıldı. Kanuni devrinin yadigarı saray, muhtelif ilaveler ve tamirlerle 18. yüzyılın sonuna kadar böylece devam etti. 3. Selim zamanında ise yerine Selimiye Kışlası ile geniş bir mahalle, çarşı gibi tesisler yapıldı.
Sultan Abdülaziz’in doğduğu Eyüp Sarayı
Kanuni Sultan Süleyman bahar ve yaz mevsimlerinde zaman zaman Kağıthane’ye ferahlama gezilerine çıkar, İmrahor Kasrı’nda dinlenirdi. Sonraları Kağıthane’nin daha fazla rağbet görmesi üzerine 18. yüzyılda 3. Ahmet ile Sadrazam İbrahim Paşa, Kağıthane’de Versaille Fontainbleau köşklerinin planlarından ilham alarak yeni kasırlar yaptırdı.
1740 yılında "Patrona" isyanıyla Sadabad bölgesinin harabe haline getirilmesinin ardından, bölgenin tekrar canlanmaya başlamasıyla burada kasırların en ünlülerinden biri olan Sadabad Kasrı, Kağıthane Deresi’nin kenarında inşa edildi.
Bu kasır ile Sultan Abdülaziz’in dünyaya geldiği Eyüp Sarayı, günümüze ulaşamayan Osmanlı dönemi eserleri arasında yer alıyor.
Neşadabad Sarayı
Defterdarburnu üzerinde 18. yüzyılda Sadrazam Şehid Ali Paşa’ya ait yalı, paşanın vefatından sonra Meselacı Hasan Paşa tarafından satın alındı.
Pasarofça barışından sonra Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, İstanbul’un harap saraylarını tamir ettirerek yeni kasırlar inşa edip, Bebek’te de Hümayunabad isimli bir saray yaptırdı.
3. Ahmet yeni binayı görmek üzere saltanat kayığı ile gittiği Bebek’ten dönüşünde Defterdar Camisi yanındaki Hasan Paşa Yalısı’nın yerini beğendi.
Damat İbrahim Paşa burada bu hükümdar için bir sahil sarayı inşasını, tersane emini Kıbleli Zade Mehmet Bey’e emretti. O zamanlar bugünkü genişlikte olmayan Defterdarburnu, daha dik olarak sahile iniyor ve deniz ile arasında bir düzlük bulunuyordu.
Sarayı inşa etmek için dağdan alınan arazi ile birlikte zemin genişletilerek buraya bir senede zarif bir sahil sarayı yapıldı. 3. Selim Neşadabad’ı sever ve zaman zaman dinlenmek üzere Topkapı Sarayı’ndan kayıkla Defterdarburnu’na geçerdi.
3. Selim, Neşadabad Sarayı’nı kız kardeşi Hatice Sultan’ın tahsis etmesi üzerine sultan buraya yerleşti. Avrupa mimari tarzını ve süsleme sanatını beğenen Hatice Sultan, Büyükdere’de Danimarka maslahatgüzarı Baron de Hubsch’un evi ile bahçesini gördükten sonra sarayını ve bahçelerini bu şekilde düzenlemek istedi.
Hubsch’un kendisine mimari Melling’i tavsiye etmesi üzerine sanatkar, sarayın bahçesini sanatkarane bir şekilde tanzim etti. 3. Selim bir gün Neşadabad’a geldiği vakit bir ecnebi konsolosun iki genç ve güzel kızın Hatice Sultan’a misafir olduğunu öğrendi ve paravan arkasından genç kızların harp çalıp dans etmelerini büyük bir beğeni ve ilgiyle izledi.
2. Mahmud’un da muhtelif tarihlerde kızlarının ikametine tahsis ettiği Neşadabad Sarayı, evlenme çağına gelen büyük kızı Saliha Sultan için restore edildi. Uzun yıllar bu sarayda oturan Saliha Sultan, ilk çocuğu Abdülhamit Bey’i burada dünyaya getirdi.
2. Mahmud’un kız kardeşi Hibetullah Sultan 1841 yılında burada vefat etti. Abdülmecit devrinde de sultanların ikametine tahsis edilen sarayda, bazı büyük düğünler yapıldı. Kırım Harbi sebebiyle İstanbul’a gelen ve bu sarayda ağırlanan Prens Napolyon, saraydan ayrılırken nöbetçilere birer madalya hediye etti.
Bu görkemli saray da zamana yenik düşerek günümüze ulaşamadı.

Osmanlı Sarayları


Osmanlı saraylarından en eski örnek ise Bursa’da Orhan Bey zamanında inşa edilen Bey Sarayı’dır. Günümüze hiçbir kalıntı gelmemiş olan bu saray, daha o dönemde Osmanlı sultanlarına henüz “Bey” dendiği için bu adla anılmaktadır. Yine Bursa’da, I. Murad’ın annesi Nilüfer Hatun’un yaptırdığı saray da günümüze gelememiş olan erken bir örnektir.
Edirne I. Murad tarafından fethedildiğinde önce sur içinde, Kavak meydanında bir saray yaptırılmıştı. Daha sonra 1450’de Tunca nehri kenarında bir yenisinin yapımına başlanmıştır. Bu sarayın yapımını, ileride “Fatih” ünvanını alacak olan Sultan Mehmed sürdürmüştür. Edirne Sarayı, daha sonra da çeşitli sultanlarca yaptırılan ek yapılarla genişletilmiştir.
Fatih’le birlikte önemli bir gelişmeye tanık olunur. Bir kanun ile teşrifak kuralları saptanmış olduğundan, sarayın planı da bu kuralların uygulanmasına elverişli bir biçimde düzenlenmiştir. Nitekim, bu düzenlemenin bir benzeri daha sonra Topkapı Sarayı’nda da yinelenir. Öyle ki, binalara bile aynı adlar verilmiştir. Birbiri ardına sıralanan avlulardan oluşan bu planda, “Harem”de duvarlar arasında ayrı bir bölüm halindedir. Çoğu Osmanlı sultanının gidip kaldığı ve 19. yüzyıla kadar kullanılmış olan Edirne Sarayı’nda 117 oda, 21 divanhane, 18 hamam, 8 mescit, 17 büyük kapı, 13 koğuş, 4 kiler, 5 mutfak ve 17 kasrın bulunduğu düşünülerse, yapının büyüklüğü hakkında bir fikir edinilebilir. Ama bu büyüklük, kompleksin yer aldığı arazi açısından düşünülmelidir. Çünkü Osmanlı saraylarında yapıların hiçbiri, Avrupa saray mimarisinde olduğu gibi, ölçüleri açısından anıtsal değildir. Yapılara insani ölçüler egemendir. Yalın bir mimari içinde oranlarla oluşturulan güzellik, iç süslemeyi ve eşyaların inceliğini ezmez; tam tersine bu eşyalarla olgun bir uyum içindedir. Edirne Sarayı’nın yüksek duvarlarla çevrili iç kısmında, Selçukluların Kılıçarslan Köşkü’ndeki gibi Türk saraylarına özgü bir “Kule-köşk” yer alır. Bu, bir Adalet Kasrı’dır. Aynı birim daha sonra Topkapı Sarayı’nda da karışmıza çıkar.
Fatih İstanbul’u aldığında yalnız kenti değil, Bizans Sarayı’nı da yıkıntı halinde bulmuştu. Doğal olarak, hemen bir saray yapımına başlandı. Bu saray, bugün İstanbul Üniversitesi merkezinin bulunduğu alanda, yüksek duvarlarla çevrili bir bahçe içinde birçok köıkten oluşuyordu. Yalnız bu sarayın da Edirne ve Topkapı saraylarındaki gibi teşrifat kurallarına uyacak biçimde, bir avlular dizisi halinde olup olmadığını bilmiyoruz. Bu saray konusundaki tek kaynak, 16. yüzyıl minyatür ustalarından Matrakçı Nasuh’un İstanbul’u gösteren resmidir. Bu İstanbul resminde saray, Bayezid Camii’nin hemen önünde, dikdörtgen duvarla çevrili bir bahçe içinde yer almaktadır. 1617’de bir yangın geçirmiş ve yanan kısımları yeniden inşa edilmiş olan bu sarayın yerine Abdülaziz döneminde Bab-ı Seraskerî denilen Harbiye Nezareti yapılmıştır. Bu yapı Cumhuriyet’ten bu yana İstanbul Üniversitesi olarak kullanılmaktadır.
Fatih, Eski Saray’dan sonra Bizans akropolünün bulunduğu yerde iki köık yaptırmıştır. Bunlardan biri de bugün İstanbul Arkeoloji Müzeleri bahçesindeki Çinili Köşk’tür.
Osmanlıların saray mimarisi alanındaki en önemli yapısı ise, hiç kuşku yok ki, Topkapı Sarayı’dır. 1472-1478 yılları arasında yaptırılmış olan saray, tahta geçen hemen her sultanın eklettiği binalarla gittikçe genişleyip büyümüştür. Topkapı Sarayı bu özelliğiyle Osmanlı mimarisi ve süslemesindeki üslup değişimlerini içeren bir kolleksiyon gibidir. Saray, bir eksen üstüne sıralanmış büyük avular ve bunların çevresine yerleştirilmiş mekanlardan oluşmaktadır. Bab-ı Hümayun adlı ilk kapıdan sarayın birinci avlusuna, Bab-ı Selam’dan da ikinci avlusuna girilir. Solda kubbealtı, onun hemen arkasında da sultanın kubbealtı toplantılarını kafesli bir pencereden izlediği Adalet Kulesi vardır. Buna bitişik binada ise devlet hazinesi korunur. Avlunun sağında da kubbe ve bacalarıyla saray mutfakları yer alır. Avlunun solundaki meyilli yoldan ise, Has Ahırlar’ın bulunduğu taşlığa inilir.
Bab-ı Selam’dan sonra gelen Bab-ı Saade ya da Akağalar Kapısı ise, sarayın “Birun” denen dış kısmı ile “Enderun” denen iç kısmını birbirinden ayırır. Bu kapının önü çeşitli törenler için kullanılmıştır. Tahta çıkışı izleyen törenler, bayramlarda sultanın tebrikleri kabulü, serefe çıkıştan önce sultanın Sancak-ı şerif’i başkumandana teslimi hep bu kapının önünde yapılırdı.
Akağalar Kapısı’ndan geçince karışmıza gelen Arz Odası’nda, sultan yabancı devlet temsilcisi elçileri kabul ederdi. Elçi heyetinin getirdiği hediyeler de köşesinde lake bir taht bulunan Arz Odası’nın bir kapısından padişaha sunulur, öteki kapıdan çıkarılıp içeri alınırdı. Arz Odası’nın bulunduğu avluda Ağalar Camii, sultanın özel hizmetinde olanların koğuşu ve III. Ahmet’in yaptırdığı kitaplık yer almaktadır. Bu avluda ayrıca, sultanın özel hazinesinin bulunduğu bölüm ve Fatih döneminden kalma Has Oda bulunmaktadır. Has Oda’da günümüzde “Kutsal Emanetler” sergileniyor. Bundan başka, Sarayburnu yönünde ise Bağdat Köşkü, Revan Köşkü, Mecidiye Köşkü, Sofa Köşkü gibi yapılar bulunmaktadır. Öte yandan, deniz kenarında bugün bulunmayan daha birçok köşk vardı. Bunlardan, tam boğaza bakan bir tanesinde kapının iki yanında toplar asılı idi. “Toplu Kapı” denen bu yapının yerine III.Ahmet zamanında ahşap bir köık yapılmış, adına da “Topkapı Sarayı” denmiştir. ılerleyen yıllarda da bu ad, bütün saray için kullanılmaya başlanmıştır.
Adalet Kulesi’nin ardında kalan ve Haliç’e bakan meyilli arazi üzerinde ise Harem kısmı bulunmaktadır. Bu bölüm belirli bir plana uyulmadan birbirinin önüne, yanına yapılmış ek ve binalardan oluşmaktadır. Öte yandan sarayın bu kısmında, meyilli araziye uymak için çeşitli mimari çözümler de denenmiştir. Sevinçli, görkemli ama bir o kadar da acı olayın yaşandığı Topkapı Sarayı, hem devletin idare edildiği bir merkez hem sultanın evi, hem de çeşitli törenlerin yapıldığı yer olarak çok değişik işlevler yüklenmiştir. Topkapı Sarayı, içindeki birçok değerli eşya ve yapıtla birlikte 1924’te halkın ziyaretine açılmış ve bir “Müze-Saray” kimliği kazanmıştır.
Manisa, III. Mehmed’e değin şahzadelerin hükümdarlığa hazırlandığı, adeta staj yaptıkları yerlerden biriydi. şahzadeler Manisa Sarayı’nda devlet idaresinin küçük bir modelini yaşıyorlardı. Bundan dolayı da bu yapı, merkez sarayın küçük bir örneği durumunda idi. Günümüze gelmemiş olan bu sarayın çift sayfa üzerine yapılmış minyatür bir resmi, şehname-i Âl-i Osman adlı yapıtta yer almaktadır.
IŞI. Selim zamanında bugünkü Dolmabahçe Sarayı’nın yerinde Hatice Sultan için, Melling’e bir saray yaptırılmıştı. Beşiktaş Sarayı denen bu yapı, Sultan’ın Batı’daki ileri teknolojiye ve kültüre duyduğu hayranlığa dayanılarak yeni bir anlayış ile gerçekleştirilmişti. Penceresinden balık tutulabilecek kadar deniz kıyısında yer alan bu saray 1815’te yanmıştır. Bunun üzerine Beşiktaş Sarayı, Sultan II. Mahmud tarafından ahşap olarak yeniden inşa ettirilmiştir.
Sultan Abdülmecid ise 1853’te bu yapıyı yıktırarak içi ahşap, dışı kagir Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmıştır. Dıştan Avrupa saraylarına benzeyen Dolmabahçe Sarayı’nda Batı mimari üsluplarının bir karışımı söz konusudur. Sarayın selamlık kısmı, öteki saraylarda devlet işlerinin görüşüldüğü bölümlerin işlevini yüklenmiştir. Topkapı Sarayı’nda Bab-ı Saade önünde yapılan törenlerin çoğu ise burada “Muayede” salonunda yapılmakta idi. Çok gösterişli ve büyük olan bu salondan başka, ramazanlarda teravih namazlarının kılındığı, dini sohbetler ile padişahların kızkardeşleri ve kızlarının düğünlerinin yapıldığı, padişahın harem halkının bayram tebriklerini kabul ettiği salonlar da vardır. Bu salonlar bir yanda harem bahçesine, öte yanda da denize bakan pencerelere sahiptir
Dışı her ne kadar Avrupa saraylarına benzese de Dolmabahçe Sarayı’nın içi Türk İslam yaşamına uygun bir biçimde düzenlenmiştir. Sarayda Minderli Oda, Namaz Odası, Ders Odası gibi geleneksel yaşantıya uygun mekanlar da bulunmaktadır. Yapının iç mekanı bu geleneksel birimleri kuşatacak biçimde düzenlenmiştir. Dolmabahçe Sarayı bütünüyle ele alındığında, Türk yalı ve ev mimarisinin Avrupa mimarisiyle olan ilginç birleşimini sergilemektedir. Saray, devletin içinde bulunduğu sıkıntıyı unutturmak istercesine görkemli bir biçimde ele alınmış, bu nedenle de çok büyük bir mali yük getirmiştir. Sarayın biri yol üstünde, öteki kara tarafındaki iki kapısı, büyüklükleri ve aşırı yüklü süslemeleriyle içerideki görkemi adeta dışarı yansıtmaktadırlar.
İstanbul Boğazı’nın karış yakasında ise Beylerbeyi Sarayı yer almaktadır. Beylerbeyi Sarayı da ahşap yapının yerine 1865 yılında yaptırılmıştır. Beylerbeyi Sarayı Dolmabahçe’den daha küçük boyutta olmasına rağmen, süslemesi ve içindeki eşya açısından son derece gösterişlidir. Bu gösteriş, sarayın Mavi Sütunlu Salonu’nda açıkça gözler önüne serilir. Mermer taklidi süsleme bu gösterişi desteklemektedir. Sarayın yemek salonu ise, o dönemde Osmanlıya artık iyice yerleşmiş olan Avrupa etkilerini yansıtır. Burada Batı biçimi yemek kurallarına uygun bir mekan söz konusudur.
Beşiktaş ile Ortaköy arasında, Abdülmecid tarafından eski bir sarayın yerine inşaatına başlanan Çırağan sarayı ise, Sultan’ın ölümü üzerine Abdülaziz tarafından yaptırılmıştır. ıçindekilere mutlu günler yaşatamamış olan bu saray, 1910’da yanarak günümüze ancak dört duvar halinde gelebilmiştir. Eski fotoğraflarının yanı sıra içinde yaşayanların da anlattığına göre, Çırağan Sarayı iç süsleme açısından öteki son dönem saraylarının hepsinden daha güzel imiş. Bu güzelliğin bir örneği ise, buradan alınarak şale Köıkü’ne götürülen ve bugün Arabesk Oda’yı süsleyen sedefli kapılardır.

Dolmabahçe, Beylerbeyi, Çırağan saraylarının hepsi deniz kıyısındadır. Oysa Yıldız Sarayı, denizden uzak bir tepede eski bir “Saray-Köşk”ün bulunduğu yerde kurulmuştur. Büyük Mabeyn, Abdülaziz tarafından Beylerbeyi Sarayı’na benzer bir yapı olarak yaptırılmıştır. Sultan Abdülhamid ise kendini daha güvencede hissettiğinden buraya yerleşmiştir. Bundan sonra da saray, birçok köıkün arka arkaya yapılması ile genişleyip Yıldız Parkı içine yayılmıştır. Yıldız Sarayı da Cumhuriyet’in ilanını izleyen yıllarda ulusun malı olmuştur. Günümüzde ise restorasyon çalışmalarına sahne olan Yıldız Sarayı, yeniden değerlendirilerek kamuoyuna açılmaktadır. Bu büyük sarayların yanında Küçüksu, Ihlamur, Aynalıkavak gibi günlük kullanım için yapılmış olan küçük kasırlar da İstanbul’u süslemektedir.

Erdem ulustan gelsin Ne oldu

TFF’nin istediği 2,5 Milyon doları radyolar karşılayamadığından hiçbir frekansta maç yayını yok.

Evinde, işinde, gücünde, arabasında, ya da her nerdeyse, maçları izleyemeyen futbol severler açıkta kaldı.

Milyonlarca futbol sever, izleme şansı bulamadığı birçok maçtan canlı canlı haber alamadı. 

O milyonlarca futbol severden sadece 9 Milyonu Engelli. 

Dörtte biri de görme engelli. Stada götürsen de, şifrelerini çözsen de, maçı tam anlamıyla yaşayamayacaklar yani.

Ne olup bittiğini öğrenmek, maçın heyecanını yaşamak için, mutlaka kesintisiz ve betimleme bir anlatıma ihtiyaçları var.

Orta yuvarlağın rakip yarı sahaya bakan dilimi, Korner direğinin 5 metre kadar gerisi ya da 6 pas diye tabir ettiğimiz çizgi. 

Bu ve buna benzer tabirler maçı izleyenler için pek fazla bir şey ifade etmeyebilir ama görmeyen biri için her şeydir.

Üstelik maçı izleyemeyecek ve radyodan dinleyecek olan herkes, o an için görme engelli değil midir?

İhale yapılamadığından ya da beklenen talep olmadığından 3 haftadır radyoda maç yayını yok.

Kamuoyundan her hangi bir baskıda gelmeyince, yine bu rezalet sorumluların yanına kar kalıyor.

Başka bir deyişle Mikrofonlarımız şimdilik Cehennemin dibinde sayın seyirciler…

***

Maça gelecek olursak;

Demir gibi Beşiktaş, Çelik gibi Fernandes izledik.

Ne gariptir ki gülmüyor denilen adam, oynadığı oyunuyla sadece Beşiktaşlıları değil, futbolu zevk için izleyen binlerce futbol severin de yüzünü güldürüyor.

Anlaşılan hafta içerisinde Portekiz milli takımına seçilmesi de moral olmuş.

Zaten, Bento biraz kafayı çalıştırsaydı Euro 2012 de onu kadroya alırdı. Neyse her işte bir hıyar vardır.

Belki o zaman da Fernandes Beşiktaş’ta değil, Avrupa’nın yüksek bütçeli takımlarından birinde oynardı. Paraya susamış olan Beşiktaş yönetimi de eminim ki onu gerçek değerinin çok altına satmak zorunda kalırdı.

İlk maçında Batuhan beklenenden çok daha iyi bir oyun çıkardı. Açıkçası kimse ondan bu kadar takım için faydalı bir çalışma beklemiyordu. Fernandes’in attığı 2 golde de onun parmağı vardı. 

Sakatlanıp oyunu terk ettikten sonra henüz maç devam ederken telefonuna sarılıp twitter’dan bir şeyler yazmasıysa, çoğumuz tarafından yadırgandı.

Fakat bu gözler maç devam ederken, diskodan yazanları da henüz unutmadı. 

Necip Veli ve Olcay; alan daraltmaları, hızlı çıkışları ve enerjileriyle bana göre maçın tam not alan adamlarındandı.

McGregor ilk yarıda yere yatmadı ama ikinci yarıda kritik bir iki kurtarış yaptı. Her şeyden önemlisi kaleden oyun kurma düşüncesiyle Cordoba’yı anımsattı.

Uğur Boral halen daha kafamı karıştırıyor, sanki rakipler onu hücum anlamında biraz küçümsüyor. Yine de çok iyi bindirmeler yaptı. Bu haftadan sonra ofansif anlamda kendisine daha fazla tedbir alınacağını bilerek davranmalı.

***

Bahsetmeden geçmek olmaz.

Eğer kalacaksa ki kalacak. Henüz işler yolundayken Samet hoca, Quaresma’yı bu takıma kazandırmalı. Çok çalışkan olan bu kadrodan Fernandes’i çıkartsan takım maalesef bal yapmayan Arı.

Tamam. Bu Quaresma’da biraz ukala, biraz şımarık bir de çok para alıyor ama kalplerin rakip sahaya bakan dilimi de halen daha onu arıyor.

***

Son olarak…

İlk hafta Belediye zaten Beşiktaş’ı yener!

2.Hafta Galatasaray İnönü’de bu Beşiktaş’ı duman eder!

3. Hafta Karabük’te de kaybettin mi, bu yönetim Aybaba’yı da alır gider!

Ne oldu İki büyükçüler?

Senaryo tutmadı.

Aldınız mı Babayı?